21 Haziran 2014 Cumartesi

Biri duyar mı?



Kimse oralı olmuyor, kimse bakmıyor
Bulutların fısıldaşıp yavaşça uzaklaşmasına

Sokakta çakıl kalmamış
Farkında değil belediye amca

Balonumun canı sıkılmış, kuşlara özenip ipsiz uçmak istiyor
Anlamıyor kalbimdeki kanca

Bir çözülebilse dörtnala koşacak atkuyruklarım
Bırakmıyor ki kiraz tokalarım

Çocuklar da gitti, ebe bendim oysaki
Yarım kaldı oyunlarım

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Bitpazarı

Bitpazarı burası
Boşuna değil cüzdanlarla saatlerin aynı tezgâhta satılması

Kimi cüzdanına doldurur varını yoğunu
Kimi saatine uydurur aşını, eşini, işini

Kiminin hiçbir zaman olmaz parası pulu, sıkıdır eli avucu
Kimini kıymetlidir vakti, yoğundur gündüzü gecesi




Bitpazarına düşen cüzdanlarla saatlerin
Yine de vardır ortak bir kaderi
Bıkmıştır parayla anları saymaktan eski sahipleri

Şimdi karşılıksızlığın tadını çıkarmak ister
İyi şeylere her daim hali vakti olan birileri
Kurtulmalıdır kol ve ayak bağlarından
Kimin canı isterse
O medet umsun kelepçe ve cüzdanlardan

Şaka



Uçaklar geçiyor, beyaz kanatlı. Başkasını duyurmamacasına bastırıyor göğü çığlıkları. 

Bir gün olsun binmedim uçağa, bırakarak yeryüzünde ufalanları. Binsem nereye mi giderdim? Onu da bilmiyorum ya, işte herhangi bir ülkenin herhangi bir şehri olsun. Hani şöyle memleketin dertlerini unutayım, çoluk çocuğun zırıltısından kaçayım, bir pazarı da pazar bilip dinleneyim desem deva olmaz mıydı bir uçumluk gökyüzü?

Şu dükkânda geçti ömrüm. Her sabah 8’de aç, perdeleri arala, kapının önünü süpür, günün ilk müşterisini bekle, sonra da yalnız kalabilmeyi bekle. Bekle kalırsın… Gelenim gidenim bitmedi ki hiç! Kimi bir lokmalık peynir için gelir, kimi arada laflamaya uğrar, kimi kapı komşusu esnafı kötülemeye koşar, kimi de mahallenin tellalıdır, sen sormazsın, o söyler. Ben ne zaman kendim sorup kendim söyleyeceğim? Kendimi dinleyeceğim? Hatta belki kendim başka şey diyecek, ben başka şey diyeceğim?

Alın size 1 Nisan şakası! Açmıyorum dükkânı. İstediğiniz yerde konuşun, istediğinize sorun soruşturun nereye gittiğimi. Yokum ben; uçağa binip gezeceğim. Yarın başka bir şehirde uyanacağım, belki öbür gün, öbürsü gün de… Sormayın ne zaman gelirim. Yeni pabuçlarımı bu sokakta eskitmeyeceğim.

İyilik sağlık...



Ahh dostum… Bu satırları sana kürkçü dükkânından yazıyorum. Evet, yanlış duymadın; onca yıl, buralardan uzak, ayrı diyarların merakıyla gez dolaş, sonra gel, aynı masada aynı acı kahve… Üstelik eskiler bir bir gitmişler dönmeyecekleri yere,  arkalarında tozlu sehpalarla kırık aynalar bırakarak. Şimdi ev ev gezip kalanları yokluyorum da, her biriyle yüzleşmemde içim ayrı acıyor.

İnan, hep iyileri hatırlıyor insan uzaktayken. Hep iyi günleri, iyi halleri, iyi huyları… Şu oturduğum sandalyeden ayağımı hınçla yere vurarak ayrılmıştım Luis’e öfkelenip. Nedendi?  Bir kez bile aklıma gelmedi o gün bugün. Şimdi nehir kıyısında karşılaşsak, onun ne yapacağını beklemeden sarılırdım boynuna.

Sonra Vera…  Kıyasıya eleştirip ağlatmıştı bir gün beni. Rahibe gibi ruhum varmış, hattâ o bile fazlaymış, tamamen ruhsuzmuşum ben. Yanıma yaklaşmaya çalışanı yıldırıyor, daha ilk adımda soğutuyormuşum. Bakışlarımla herkesi tenkit ediyormuşum. Hepsi geçti gitti, nitekim hak vermiyor da değilim geçmişe bakınca. Keşke yanımda olsa, “haklıydın” desem, heyecanlanınca belirginleşen el damarlarına dokunsam da kızgın çehresini yumuşatsam.

Benim gibi birinin çocuklarından ne beklenirse o oldu Jose ile Tania’ya. Jose, özgürlük düşkünü bir serseri olup çıktı, beni ayda bir ararsa ne âlâ. Hovarda! Küba’daydı son aradığında, şair bir kıza âşık olmuş. Ama bu kaçıncı, her konuşmamızda başka birinin adını hafızaya almalıyım. Zor oluyor anlarsın ki bu ara. Tania, aynı gazetede devam ediyor, hepimizden istikrarlı çıktı, belki biraz babasına çekmiş. Kök salmayı seviyor. Çoluk çocuğa karışmak gibi bir derdi yok, “zamanı gelince olur, olmasa da olur” diyor. Ehh, sadece bu açıdan da olsa onun yaşındayken ben de öyleydim. İnsan kendinden olanın tercihlerine iç fısıltıyla da olsa karışmadan edemiyor. Neyse ki çenemi tutmayı bildim ikisine karşı.

Burada bıraktığım bana gelelim. Yani buradan ayrılamayan tarafıma. Uzaktayken hep özledim bu tarafımı. Uzaktaki tarafımı sevmediğimden değil. Değil de, ikiye bölünmüş biri gibi oldum; oradakinin eksiğini buradaki tamamlayabilirdi ancak. Gayretliydi buradaki, biraz da sertti. Oradaki ise yarınını bilmez, bilmek de istemez, gününü gün ederdi. O yüzden her biri yarım hissetti kendini öbürsüz. Ama iyi idare ettim bu çelişkiyi.

İşte böyle… Haftaya sana geleceğim, bir mâni çıkmazsa. Belki son olur; o yüzden öyle hatırlaman için en sevdiğin elbiseyi giyeceğim. Ne olur ne olmaz…

Aşağı, yukarı, aşağı

Gözlerimi kapayınca hep o aynı taş yokuştan aşağı iniyorum. Çıkması epey zor bu yokuşu, ama inmesi de her babayiğidin harcı değil yani... Hele hele yüksek topuklu hanımlar, patileri narin kediler, bastonuyla yürüdüğü yeri yoklayan yaşlıca beyefendiler illa ki takılır o taşlara. Benim tecrübem takılmak değil de, nerede duracağını bilememek daha ziyade. Misal; hızımı alamadığım bir gün kendimle beraber herkesi tepetaklak edeceğim diye ödüm kopmuştu. İşin kötüsü o hızın coşkusuyla uyarıları da duyamam etraftan!  Kendimden başkasını duymuyor kulaklarım hız sarhoşuyken. Hem zaten duysam n’olacak,  o an sadece ben varım, hayal var, düş var. Durduracak olanı gösterseler bir güzel paylarım.
Bazen de –ki bu gözlerim açıkken oluyor genelde- çıkmak istemem o yokuşu çıkmam gerektiğinde. Arkamdan biri ittirsin isterim. İkna etsin tepede güzel şeyler olduğuna, kuşların uçtuğuna, saksılardan taşan sarmaşıklara, pencereden sarkan tatlı âşıklara. Yorulmak için bir sebebim olsun, dizlerimin ağrısına değsin, biri beni görsün ve belki bir dahaki seferlerimi tekrar tekrar beklesin.O kadarcık.

Pabucumun Düğümü

Bağcıklı pabuçlarım vardı, aslında bağcıktan pabuçlarım. Öyle annenin giydirebileceği cinsten değil, her yerinden bağcıklar çıkar, bulmaca gibi bir aralıktan geçse diğerinden geçmezdi parmaklarım. Giyebilmek için oturur saatlerce uğraşırdım, sonunda paspas saçağına benzerdi ve bir sonraki sefere asla aynı düğümleri atamaz, aynı şekilde bağlayamazdım. Benden başka kimsede de görmemiştim bu pabuçlardan. Dükkânda ilk gördüğümde sevmiş, “ille de bunlar olsun” demiştim babama. O da kıramayıp almıştı ama nerden bilsin her evden çıkışımızın bu ayakkabılar yüzünden sabırsız bekleyişlere dönüşeceğini. Kapının eşiğine oturur, enikonu denkleştirirdim birbirinden farklı uzunluklardaki saçakları. Bazılarına burgu, bazılara örgü, bazılarına acemisinden bir gemici düğümü…

Yıllar oldu, ben büyüdüm, ayaklarım büyümedi. Pabuçlar çıkıverdi mi bir kutunun içinden sürpriz yumurta gibi! Sanki yüzyıllarca bu anı beklemişler, bağcıklara “acele etmeyin, sarkmayın kutudan dışarı” demişler, kuytu köşelerinde bilgelikle yukarıdan sızacak bir ışığa gözlerini dikmişler. Tortop olmuş iplikleri çöz çözebilirsen. Çözdüm tabii. Ve apar topar giyip sokağa fırladım bile. 30 yaşındaki ayaklarımı 17 yaşımın pabuçları içinde görmek ne komik! O pabuçlar hangi kaldırımları eskitti, hangi eşikleri aşındırdı kim bilir (bir onlar bilir)… Ayaklarım yara bereden kurtulmazdı sokaktan eve girmediğim günlerin koşturmacasında; belki hala kabuğu duruyordur iki bağcığın düğüm noktasında…

Sokaktayım ama sanki burada değil, ilk gençliğimin seke seke yürüdüğüm ağaçlıklı yollarında. Kimseleri görmüyor gözüm, vızıltıları, kornaları işitmiyor kulağım. Sadece ben ve pabuçlarım… Yol alıyoruz, sonunda bizi bekleyen biri varmışçasına telaşla. Kalp çarpıntısı eşlikte, dudaklar ıslıkta, eller kollar uçarı, gözler kaçarı…  Kimse bölemez, durduramaz bu yolculuğu. (Tahinli kurabiye satan fırın durdurabilir bir tek.)
Sen misin bu kadar hızlı gitmek isteyen, al sana, çıkık bir kaldırım taşına takıldı işte ayağın! Bağcıklar pıt pıt atmaya başladı, düğümler çözülmeden elimde kaldı saçakları. Tek birer bağcıkla tutunuyorum artık pabuçlara. Bari sürüye sürüye eve dönebilsem de o gelmeden bir çay koyabilsem ocağa.

İnsanlık halleri (1)

Bir çiçeğim var, cinsini bilmiyorum, dolayısıyla huyunu da… Çiçekçi kış çiçeği demişti alırken, çok su istemez, güneşe özenmez. Yaşıyor kendi halinde, her daim yeşil ama çiçeklerini döktü ve tekrar ne zaman takınacak bilmiyorum. Bekliyorum. On günde bir suyunu verip her gün hal hatır soruyorum. 

Düşünüyorum da bazı insanlar bu doğasından ayrılmış çiçekten bile daha çok zahmet veriyor insana. Sürekli ilgi alaka bekliyor, nazı çekilsin, köşe bucak aransın, illa ki gururu okşansın istiyor. Kaçıyor da kovalanmak istiyor, bulununca önce biraz küsüp sonra kendini açmaya karar veriyor. Herhalde peşinden koşturdukça  daha çok kıymeti bilinecek sanıyor!? 

İnsan sevince bunlara katlanıyor da niye iş bu kadar zora koşulsun ki? Dünya ne zamandan beri bireylerin etrafında döner oldu ve ne zamandır yörüngesi şaşkın yıldızların? Herkes kendi yolunda parlasa ve özledikçe çekimine girse bir başkasının… Zorlama olmasa, çalım atmasa, yormasa…